DEDEMİN CUMHURİYETİ…

İkinci Harp’ in kızıştığı, Yunan sivil ve askerlerin Türk sahillerine sığındığı yıllardı… Çeşme’de karaya ulaşabilen göçmenler, askeri karakolda toplanıyordu. Okuma-yazması olan ve bu nedenle çavuş rütbesinde bir Erzurumlu da, dört yıllık vatani görevini orada yapıyordu. Karartma uygulanan karakolun loş ve nemli büyükçe salonunda, yeni gelen perişan vaziyetteki bir grup Yunanlı, sessiz ve tedirgin yerde oturuyordu. Öyle ya! Daha yirmi yıl önce işgalci olarak geldikleri bu topraklar, şimdi canlarını kurtarmak için bir merhamet limanı olacak mıydı?

 

Genç Türkiye Cumhuriyeti için de zor zamanlardı. Tayınlar, askerlere de karne ile dağıtılıyordu. Çavuş, akşam vakti gelen ekmeği masasının üzerine koydu. Mültecilerden salonun bir köşesine sinmiş, iki küçük çocuğu yanında genç bir anne oturuyordu. Çavuş ekmeğinden ufak bir parça kopararak masanın üzerinde bıraktı. Büyükçe parçayı eline alarak benizleri solmuş aileye yaklaştı. Çocuklar kendilerine yaklaşan askeri görünce annelerine iyice sokuldular. Anne endişe dolu gözlerle rütbeli olduğu anlaşılan Türk askerine bakıyordu. Yanlarına gelince eğildi ve ekmeğini diğer elinde tuttuğu birkaç zeytinle önlerine bıraktı. Anneye çocukları işaret ederek masasına döndü. Kendi ekmeğini yerken göz ucuyla aileye izliyordu. Anne cebinden bir mendil çıkardı. Kara undan ekmeği eline alıp ikiye böldü. Çocuklar çılgın gibi yiyeceği takip ediyordu. Anneleri işaret edince çok acıkmış olan iki yavru, ekmeği adeta tıkınarak yemeye başladı. Başını masaya çeviren anne, Çavuş ile göz göze geldi. Yaş dolu ve minnetle bakan gözlerini kapayarak, tekrar çocuklarına sarıldı…

 

Aradan yıllar geçti. Savaş sona erdi. Terhis oldu Çavuş, köyüne döndü. O kadar hikâye vardı anlatılacak… Lakin o zamanlar,  Anadolu’da her evde yaşanan, sıradan şeylerdi yaşadıkları. Meşrutiyetten az bir zaman sonra askere giden, öldü diye düşünülürken, esaretten on iki yıl sonra Yemen’den köyüne dönen babasına mesela, hangi macerasını anlatacaktı? Ta ki yıllar sonra, çok sevdiği ve yanından ayırmadığı torununa anlatacağı zamana kadar, acı-tatlı hatıralar sisli bir perdenin altında kalacaktı.…
Günlük hayat koşturması tekrar başladı. Adı artık Çavuş değil, Hafız’dı... Otuzlu yılların başında, İspir ilçesinde bir hoca efendinin dizinin dibinde hıfzetmişti Kur’an’ı… Hoca’nın bir oğlu vardı beraber ders aldığı… Seksenli yıllarda, Batı Almanya’da “İslam Hilafet Devleti” ni ilan eden Cemalettin Kaplan’dı küçük arkadaşının adı… Küfrün göbeğinde İslam Devleti (!) kurmuştu, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı Molla! Televizyonda haberini beraber izliyorduk. Hikâyesini anlattı. Kafasını sallayarak, üzgün ve kızgın bir sesle: “ Be hey zalim! Düşmanlık yaptığın bu Devlet, seni imam yaptı, müftü yaptı… Karnın doydu, itibar gördün. Nasıl bir nankörsün ki sen, gâvur ellerinde kendi milletine ve devletine ihanet edebildin!” dedi. 
Köyde geçim zordu. Çocukları ve torunları için İyi bir gelecek kurma adına, altmışlı yılların başında şehre göç etti. Cumhuriyet bu arzusuna engel olmadı. Az bir zaman sonra yol gösterenler sayesinde Devlet Su İşleri’ne müracaat ederek Cumhuriyet’in kurumunda işe başladı. Sadakatle yıllarca çalıştı. Cumhuriyet çalışmasının karşılığını verdi. Ailesi açlık ve yokluk çekmedi. Süresi dolunca Cumhuriyet onu emekli etti… İki çocuğu çıraklık yaparak zanaatkâr oldu. Cumhuriyet onların dükkân açmasına, kazanç elde etmelerine mani değildi. Torunları Cumhuriyet okullarında okudu. Ömrü vefa ettikçe torunları ders yaparken başında oturmayı, derslerini sormayı, ihtiyacı olan kitapları almayı görev bildi. Ortaokul yıllarında, öğrendiğim Türk tarihini anlatmamı keyifle dinlerdi. En büyük sevdası torunlarının tahsil yaparak, “Büyük Adam” olmasıydı. Cumhuriyet dedemin böyle hayaller kurmasına imkân verdi. Biz olamadıysak, kabahat Cumhuriyet’in değildi… 

 

Dedem, büyüklerin ve emsallerinin “Hafiz” i, küçüklerinin “Hafiz Emi” si, Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i çok severdi. Zaman zaman çeşitli vesilelerle: “ Ah Atatürk… Mevla sana keşke biraz daha ömür verseydi.” sözlerini kendisinden çokça duydum. Vefatının üzerinden uzun zaman geçtikten sonra, dedemi şimdi daha iyi anlıyorum. Onun irfanı ve hayat tecrübesi, bir milletin hür olmasının ve yurttaş olarak adam yerine konmasının ne olduğunu kendisine çok iyi öğretmişti.

 

İlave edeyim… Dindar ve mütedeyyin bir mümindi dedem. Seher vakti, sabah namazı sonrası diğer odada okuduğu Kur’an tilavetini duyarak uyanırdım bazen. Kulaklarımdan hiç gitmez sesi... Onun imanı, ne ticarete ne de siyasete konu olmazdı. Rabbi ile kendi arasında bir yoldu… Müslümanlığı elinden, dilinden ve belinden başkalarının emin olduğu bir ahlak olarak yansıdı hayatına. Türkiye Cumhuriyet Devleti, ne onun salih bir Müslüman olmasına, ne de bu Ülkenin özgür ve eşit bir yurttaşı olmasına engel olmadı. O da kendisine bu nimeti Cumhuriyeti kurarak veren o idealist kadroya, ömrü boyunca minnet ve şükran duyarak yaşadı. Ümit ederim biz ve bizden sonra gelenler de, küçük insanların büyük hikâyeler yazmasına fırsat veren Cumhuriyet’i sahiplenir, bağlanır ve severek yaşarlar… Dedemin Cumhuriyet’i anladığı ve sevdiği kadar…

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.