BABAMA MEKTUP…

Öyle zannediyorum ki sana ilk defa mektup yazıyorum. İlk ve son… Gurbete gittiğim tarihlerde, arkadaşlarımdan başka, anama ve kardeşlerime yazardım daha çok… Sana selam eder, hasretle ellerinden öperdim. Tabi o dönemde telefon lükstü… Önemli bir iş için ya da “bir sesini duyayım” diye arardık yakınlarımızı. Uzun ve sıcak sohbet ancak mektuplaydı. Ve ben, birçoğumuz gibi, babayla uzun uzun ne konuşulur, bilemiyordum…

 

 

 

 

            Hekimin odasından kulaklarımda bir uğultuyla çıktım. Bir an önce kendimi dışarı atmak istedim. Hastanenin önüne çıktığımda, ilk altıncı katta yattığın odaya doğru çevrildi gözlerim. Sonra elimde, sanki kara yazgımız iyice anlaşılsın diye kalın ve iri punto ile yazılmış tetkik kâğıtlarına… O an, nedendir bilmem, sana mektup yazmak istedim. Eğer bir mucize gerçekleşir ve iyileşirsen, senin ve hiç kimsenin okumasını istemediğim bir mektup…

            Kaç kere aldım kalemi kâğıdı elime? Bir türlü yazamadım… Sanki sana bir mektup yazarsam, ölecektin. Ben bilecektim, oysa sen hiç bilmeyecektin. Yine de yapamadım… Kendi kendime bile: “Elveda” diyemedim…

            Şimdi yoksun… Yazmadım, ama yine de yaşamadın. Ümitsizlik ne olmayacak işlere duçar kılar insanı… Ne şeylere bel bağlar akıl? Ne fayda kader, tecelli eder! Girdiğimiz bu karanlık ve kasvetli tünelin ucunda, hiçbir ışık görünmüyordu…

            Herkese babası güzeldir, iyidir ya! Sen son demlerinde, daha bir güzelleştin. Hep acele ederdin… hemen şimdi olsun, derdin. Hani o bir anda parlayan ve hemen kaybolan sinirli hallerini bekledim. Zor olanı daha da zor kılacaktın. Çaresizliğimiz ve hüznümüz katmerleşecekti. Anlatırken ve seni teselli ederken daha bir zorlanacaktık. Heyhat! Hiç biri olmadı. Biz sana sabır ve metanet dilerken, onu sevenlerine sen lütfettin… Hem amansız hastalığını, hem ebedi uykunu sükûnet ve suhuletle kabul ettin… Bizlere refakatten başka bir vazife bırakmadın. Elini tuttuk sadece… Bazen bitmeyen bir hasretle sıktığın elimiz, yoldaş oldu sana…

            Yalnız… Hem pençesinde kıvrandığın hastalığın tedavisine, hem de sonrasında yaşanacak güzel günlere dair boş ümitlerle seni avuturken, bazen yere bakar, başını hafifçe sallar, tebessüm ederdin. Biz sormadık sende söylemedin. Aramızda en çok bu zamanlarda konuşmadan anlaştık. Biz bilirdik söylenmişlerin ötesinde, söylenecek ne kadar söz olduğunu…

            Söylemediklerinden başka, yaşamadıkların vardı elbette… Ne şöhretin oldu ne servetin. Hayatına dokunduğun yakınların, küçük taburende oturup,  seni tezgâhında saat tamir ederken izleyen müşteri ve ahbaplar dışında, itibarlı tanıdıkların olmadı mesela… Bir kere olsun, ihale alamadın! Küçükte olsa, rant sağlayacak bir arsa kapatamadın! Partili de olmuştun ya! Bilirim minik hayallerini senin… Kar yağdığında hiç temizlendiğini görmediğim, sair zamanda toz ve çamurun evlerimize hücum ettiği sokağımızın asfaltlanması! Şimdi hatırlamıyorum, bu yüce dileğin (!) gerçekleşti mi? Belki ufuksuzluğun bu kadarına kızıp, onu dahi yerine getirmemiştir Devletlû Hazretleri…

            Şimdi senden boş kalan tezgâhına bakıyorum. Hayal ediyorum seni… Gözünde büyüteç, öne eğilmiş, elinde tuttuğun bir kol saatine çiftenin ucundaki maşayı yerleştirmeye çalışıyorsun. Helal bir rızıkla aileni doyurmak için, kim bilir  ne kadar söküp - taktın o minnacık parçaları? Hasta yatağında dalmış ve bize meçhul rüyalar görürken, bazen anam bazen kardeşlerimle ellerinin hareketine bakardık. İki parmağını birbirine sürterek ya bir vidayı sıkar, ya da kurma kolunu çevirirdin. Sen uyuduğun için rahatça gözlerimiz dolardı… bazen sessizce ağlardık. Ne çok severdin sen zanaatını, dükkânında tik-tak sesleri arasında geçen zamanı ve ufacık dünyanı… Biz sende gördük, az ile yetinmeyi, mesleğini aşkla yapmayı ve imkânların ne olursa olsun mutlu olabilmeyi…

            İşte seni tezgâhının başında gördüğüm o son gün, bütün hayatını pek güzel hülasa ettin. Henüz anlayamadığımız ve basit bir mide sancısı çektiğini sandığımız günlerde, evde kalıp istirahat etmen gerektiğini söylemiştim yine… Bana, evde yatmanın daha çok rahatsız ettiğini söyledin. Ve bir gün dükkâna gitmediğinde, babanızın çok hasta olduğunu ve artık sonun geldiğini anlamamız gerektiğini tembih ettin. Öyle de oldu baba… Dizlerinin üstüne çöktün bir gece ve bir daha gidemedin işine…

İmam Efendi sordu: “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye… Ben cevap veremem ki! Onu mahallemizin gülü, bu dünya ile bizim gibi irtibatı olmayan Murat’a sormalı.  Biz biliriz, cenazeden, kabristandan çok korkar Murat… O gün, defin için gelen dükkân komşularının yakasına yapışır kardeşimiz: “İlla beni de götüreceksiniz” diye tutturur! Alır gelirler çaresiz… Hiçbirimizin değil belki, onun şehadeti kabul olur. Nasıl şehadet ettiğini Allah bilir… Bir akşam artık “Ustasız” dükkânda otururken, her zamanki gibi çıkageldi Murat… “Helal et hakkını babama Murat” dedim. Bir elini dizine vurarak kendi lisanı ile: “ Beni çok severdi” dedi birkaç kere… Bizi de ağlattı, kendini de… Babamın vasiyetine uygun olarak, kardeşim çayını getirdi hemen, şekersiz… Elindeki madeni paraların ucuna bir yenisini ekledi… Biraz sonra neşeyle çekti gitti Murat, bizleri bıraktı…  Onun karanlıkta kayboluşunu izledik, tıpkı babam gibi…

           

           

           

 

           

           

           

 

Etiketler : Uğur Alkuş
Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.
  • Hanifi usta 27 Mart 2021 23:50

    Elinize yüreğinize sağlık abi başınız sağolsun Allah Gani Gani rahmet eylesin mekanı cennet olsun