SARIKLI GENERAL...

Yine covid19, yine karantina... Hasta olmasak da, “temaslı” diye eve kapatıldık. Emir ve talimat böyle...

 

 

 

 

 

İçerideyken, dışarıda gözlerini ışığa kapamış, aklını kullanmayı reddeden, omurgası kırık bir yığını izlemek, fazladan bedbaht kıldı bizi... Bir kere daha anladım: Asıl tutsaklık, akla vurulmuş zincirlerdir! Düşünüyorum... Taassup mu cehaleti doğurur, yoksa cehaletin çocuğu mudur taassup? Bilgiyi, mantığı, muhakemeyi yadsıdığı için, güdük bir aklın kaynağı gibi görünüyor yobazlık. Apaçık gerçekleri bile, başka türlü nasıl görmezden gelir akıl?

 

 

 

 

İnsan doğmak belki kolay, lakin insan kalabilmek zordur. Varoluşa dair hiçbir sualin muhatabı olmak istemez yobaz... Soruların cevaplarını başkası versin ister... Doğruluğu ilgilendirmez onu. Teslim olmak, varoluşun ağır yükünden kurtulmak ister. Başka birilerinin, velev ahmakça olsun, düşünce ve sözlerine kayıtsız şartsız katılarak, kendi sorumluluğundan kurtulur. Ne kadar körü körüne bağlanırsa, o kadar rahatlar...

 

 

 

 

Aklı öteleyen her inanç ve ideoloji, derece farkıyla, cehalet ve fanatizmi sinesinde yoğurur. Katı bir taassup, ölümüne bağlanmayı, adanmışlığı gerekli kılar.

 

 

 


Bize yabancı olmayan, en bildik adanmışlıklar, tarikat ve cemaatlerle karşımıza çıkar. Daha uzak bir tarihte ideolojik taassupla da karşılaşmıştık. Bir döneme hasredildiği için, Almanların cinnetine benzer... Sorgulanmıştır ve umulur ki bir daha yaşanmayacaktır. Mamafih din kökenli fanatizm epeydir bizimledir, bugün bütün görkemi ile ayaktadır ve görünen o ki istikbalde de var olacaktır...

 

 

 

 

Sufilik inanç temellidir. Tasavvuf, İslam Mistizmi’dir. Bilgi kaynakları arasında akıl, nakil ve sezgi arasında, tercihi sonuncusundan yanadır. Lafzen nakil esas alınsa da amelde bilginin gaipten gelenini yeğ tutar. Hikmet, ilham, rüya hakikate açılan görünmez kapılardır. Bilimsel Bilgi ’den yana ise tamamen nasipsizdir. Yakın zamanda meşhur liderlerinden biri, Batı’nın Uzay çalışmaları ile dalga geçmişti hatırlanırsa...

 

 

 

Hakikate dair bilgiye erişim, imam, şeyh ve mürşitlere tahsis edilmiş bir haktır. Bu hak, kendilerine Hak tarafından lütfedilmiştir. Sırası geldiğinde -ki bu genelde vefattır- başka birine devredilir. Yani posta başka biri oturur... Mürit denilen takipçilerin, kendi başlarına veya diğer bir metotla hakikati bulma şansları yoktur. Fani cihanda huzur ve ahirette cenneti elde etmek için, ruhun terbiyesi gerekir. Bu terbiye mürşidin eliyledir. Yalnız bir şartla: Mürit mürşidine tamamen teslim olacak, hiçbir şeyi sorgulamayacak ve bu yolda serini meydana koyacaktır. “Gassalın elindeki meyyit” gibi olacak, ne kaynar sudan ne de hoyratça tıkanan pamuktan şikâyet etmeyecektir! Unutmamalıdır ki; mürşit her türlü muameleyi müridinin kemale ermesi ve manevi mertebeleri tek tek tırmanması için yapmaktadır...

 

 

 

Konumuz tasavvuf tarihi değil elbet. Esasen ehil de değiliz. Konusunda yetkin onlarca teolog, araştırmacı ve yazara müracaat gerekir. Yalnız, bizimde nazari ve ameli kısımlara ait bir takım bilgilerimiz var. Bu kadarı, bizim kanaat sahibi olmamız ve kritik aklı harekete geçirmemiz için yetiyor...

 

 

 

Hadisenin teslimiyet ve adanmışlık cihetini anlatabilmek için, bir kaç kelam zarureti vardı. Yoksa her türlü dini inanç ve kanaat, tartışmanın dışındadır. İnsanların inançlarını yaşarken takip edeceği usul ve esaslar, kendilerini ilgilendirir...

 

 

 

Lakin bir kamu düzeni ve özgürlük sınırlaması vardır. Farklı inançların korunması ve hukuk düzeninin sağlanması, olmazsa olmazdır. Bir sufinin, bir takım anlayış ve usulle selamete ereceğine iman etmesine, söylenecek söz yok. Ancak ya bizi de felaha kavuşturmak isterse halimiz nicedir? Esasen bu tür inançların tamamında, ister adına tebliğ, ister irşad, ister misyonerlik deyin, bir başkasını kurtarmak için cihat (mücadele) fikri mevcuttur. Yani fırsatını bulduklarında, canınız istemese de, kulaklarınızdan çekerek sizi salaha kavuşturmak öğretilerinin temelidir. Hiç durmaksızın halkayı genişletmek isterler...

 

 

 

Asıl çıkmaz buradadır. Kendilerinden farklı inançtakileri, bu cebir ve şiddetten muhafaza edecek olan engel nedir? Elbette hukukun egemen olduğu kamu gücüdür... Pekiyi ya meşru güç kullanma tekelini tatbik edecek kamu görevlileri bu cendereye dâhilse? Ya devletin gücünü, mürşitlerinin emrine tahsis etmişlerse? Ya liderleri: “Sapıtmışları doğru yola getirin” talimatı verirse? Bu soruların yanıtları izahtan beridir. Aklıselim şunu kabul eder: Dindar bir kamu görevlisi tehlike arz etmez. Tıpkı inançsız bir kamu görevlisi gibi... Gerek ve yeter şart, görevinde ehil ve devletine sadık olmasıdır. Ehliyetli olup olmadığı nesnel ölçülere bağlanmamış, efendisinin telkin ve tavsiyesi ile atama yapılmışsa... Ve devleti yerine imamına, mürşidine ya da şeyhine sadakat besliyorsa, ki gerçek bir mürit için aksi mümkün değildir... İşte o zaman, yandı gülüm keten helva!

 

 

 

 

 Sarık... şimdi sarığa gelecek olursak, tarihsel geçmişi pek uzun. Hikâyesini tarihçiler anlatıverir... Bildiğimiz ise, sarığın rengi ve bağlanma biçimi, farklı tarikatlar ait remizler, sembollerdir. Şüphesiz Paşa’da intisap etmiştir bir yola... Yani teslim olmuş, adanmıştır. Rütbelerini bıraksın da, kemale ersin madem... Başka türlü çözümü de yoktur.
 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.