Nefret...

Nefretin bir dili var. Vicdanın kulakları kapalıyken, daha iyi duyulan… Öyle yüksek çıkıyor ki ses, bir müddet sonra başka bir şey duyulmaz. Kan çanağına dönmüş gözler ve titreyen eller... Sivri ardıç ormanı misali dikilmiş saçların eteklerinde, çorak toprağın tığları gibi buruşmuş çirkin bir alın. Yüz gerildikçe, şeytan boynuzu gibi kızaran şakaklar. Nemli iki tepeye saplanmış kazık dişler! Açıldıkça ağız, bir gayyanın dipsizliğiyle, nice kötülükleri yutkunmuş mağaraya benzeyen pis bir gırtlak! Ve o karanlık çukurdan, yarasa kusmuğu gibi dökülen sözler. Acımasız, yakıcı ve tahripkâr…

Böyle göründü bu lisanın sahipleri. Ne anlayabildim ne de anlamlandırabildim. Soylu bir başkaldırışın azameti yoktu o duruşta. Sukut ile edilecek nasihatte…

Değer adına ne varsa necaset bulaştırdı o çirkin ağızlar… Tanrı, Şehadet ve İzzet, pespaye bir libas ile arzı endam etti huzura…

Neyi istiyordunuz ve neydi alamadığınız? Şehvet ve azgınlıkla dönmüş gözleriniz, neyi bir “Can” pahasına arzu ediyordu? Öyle bir arzu ki, elde ettiğinde yok edecekti… Canavar dişlerin kızıl etlerin arasına gömüldüğünde, iğrenç salyan kanla karıştığında sende zevkin doruklarına varacaktın. Hayvanda az bulunan bu iştihaya, Âdem Soyu olarak sen nasıl sahip oldun?

Marazlı bir Ruh! Başkalarının acıları üzerine tahkim edilen bir mutluluğun başka izahını bulamadım. Keder ve gözyaşı karşısında huzur bulan sadik bir zihniyet! Aynada seyrederken o habis yansımanı, utanabilir misin? Yoksa: ”Sahi ben ne haldeyim acaba” diye merak etmedin mi hiç!

Ne zaman terk ettik sevginin dilini? Niye tahammülümüz yok birbirimize?

Biz söylerdik Cihana, aslında hepimizin Âdem’in çocukları olduğunu. O da topraktandı ve dönüşümüz de onaydı… Renklerin farklılığı zenginliğimizdi. Kesrette Tevhidi kavramış bir ince nazardı bakışlarımız. Umman gibiydi yüreğimiz ve yerinde bir enfiye kutusuna bile sığardı. Itır sarardı bulunduğumuz zamanı ve mekânı…

Biz düşmanı cephede bilirdik. Onu da yiğitçe ve mertçe karşımızda görmek isterdik. Kavgamız “Hak” içindi. Vuruşmamız zalimleydi…

İki kişi kavgaya tutuşsa üçüncü araya girerdi. Kalabalığa karşı tek kalmışsa hasmımız, ikinci ona vurmazdı. Hangi soyu kırıklar öğretti bize linç etmeyi?

Yaşlıya, çocuğa ve hanıma el kalkmazdı. Hele misafire! Canımız çok sıkılsa ve tahammül edilemeyecek bir duruma düşsek bile: ”Misafirsin… Kalk ve git. Allah selamet versin!” diyebilirdik yutkunarak. Ne oldu bize?

Esir düşen düşmanın yaralarını saran biz, tahinimizi, suyumuzu paylaşan biz, kardeşimizin yüzüne bir lahza tebessümü bile çok görür olduk!

Ne adına üstelik? Şu partilisin o halde hainsin! Böyle inanmıyorsan o halde kâfirsin! Bu tarz yaşamıyorsan o halde ötekisin!

Etiketler : Uğur Alkuş
Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.