HAFTA SONU…

Hayatın rutin işleri vardır, ötelediğimiz. Yapılması angarya gelen işler. Şarj cihazı almak, kuru temizleme ve ayakkabıcıya uğramak gibi…. Öyle bir gün işte. Usta bana mehil veriyor. Süreyi doldurmak lazım. Eksik malzemeyi aldım. Zaman dolmadı. İki dostun ofisine uğradım. Yoklar. Çaresiz kitabevine uğrayacağız. Öteden beri aklımda hep eksik, okunması gereken eserler var. Merdivenlerden aşağı indim. Ayakta iki kişi sohbet ediyor. Biri zaten tanıdık. Başka kimse olmadığı için, delikanlı dükkânın işleteni, belli…

 

Hocaya selam verdim. Ayaküstü sohbet başladı. Üniversitenin ve şehrin tanınmış simalarından. Bilimsel çalışmaları bir tarafa polemikleri ile de ünlü. “Dindarla başı hoş değil” diye bilinir. Yargıya kadar uzanan çetin tartışmaları oldu. Yüksek desibelli ve mekanik okunan ezanın, beyne verdiği zararları dile getirince kıyamet kopmuştu. Bildiğim kadarı ile mahkemede aklandı. Ama mevzunun peşini bırakmadı. Uzun bir eser kaleme aldı. PDF formatında bana da göndermişti. Okuyamadım. Basılınca okurum diye düşündüm. Malum, hâlâ camdan uzun süreli okuyamayanlardanım.  Mücadeleci kişiliğini önceden biliyorum. İddialarından korkutarak vazgeçirmek mümkün değil. Vardığı nokta ise ilginçti…

 

Laboratuvar, Kabe, mikroskopun toplamda altı merceği, bunların minare ile olan ilgisi, lam olarak bilinen camın seccadeye teşbihini alegorik üslupla hemencecik anlattı. Üstün bir zekânın kestirmelerini kavramak zor...  lakin öncesini bildiğim için, az çok anlayabildim. Bilimsel merakını kurumunun bile anlamaması ve ilgisizliğinden dargınlıkla bahsetti. Başkaca bilimsel kuruluşların desteğini alamayınca, olmadık bir yerden arzu ettiği çok pahalı mikroskopun tedarikini istediğini söyledi: Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan!

 

Hocanın ironi yaptığını düşünerek, gülümsedim. Araya hukukçuların daha zor bir uğraşı olduğunu, kendilerinin en fazla bir hastanın kaderini etkilediğini, yargının ise tüm topluma sirayet eden bir takım kararlarının hassasiyetini zikretti. Konu tam dağılmışken, cep telefonundan mikroskoptan çektiği görselleri açınca, profesörümüzün istihza yapmadığını, gerçekten bu çok gelişmiş cihazın Başkanlık tarafından alınıp, bilimsel çalışmalara katkı sunması için bölüme hediye edildiğini anladım. Yetmezmiş gibi hazırladığı eserin yayımlanması için destek vereceklerini söylemişler. Getirdiği bir takım eleştirileri kabul ettiklerini, ancak raptiye çakarken balyoz kullanmamasını istirham etmişler. Çok şaşırdım! Kendisini ziyaret edip hem alınan mikroskobu görmek, hem de öyküyü baştan aşağı dinlemek istedim. Memnuniyet duyacağını, çaya beklediğini söyleyip, mabedine yani laboratuvarına gitti…

           

Hayat garip değil mi? Açık söylemek gerekirse, “Zırhlı Mercedes” hadisesinden sonra, Diyanet İşleri Başkanı ya da yetkililerinin yaptığı hiçbir açıklamayı ciddiye almadım. Cuma ve bayram hutbelerini hiç dinlemedim… o ara başka alemlere daldım. Kürsüde konuşanlara Pinokyo diye baktım. Paravan arkasındaki Geppetto Usta’yı hatırladım. Cami ya da Kur’an kursu için toplanan yardımlara, bir kuruş dahi katkıda bulunmadım. Öfkem büyüktü… Zira aynı tarihlerde Papa, Fiat Siena marka bir otomobille tüm İstanbul’u gezdi. Ne öldürülmekten korktu, ne de itibarına zeval gelmesinden!

           

Şimdi şaşkınım. Kanaatim değişmedi ama Başkanlık bünyesinde, Şaban Ali Hoca gibi: “İslam Dünyası’nın Aydınlanma Çağı’nı anlamadan, ileri bir adım atma şansı dahi yoktur!” bilincine sahip münevverleri olduğuna ihtimal vermeye başladım. Bilemiyorum…

           

Kitapçı kardeşime gelince… Arada sırada bizim lokalimize geliyormuş. Beni sima olarak tanıdı. Bizim tevellüt eskidi, gençliğimizdeki kadar dikkatli değiliz. Ortak arkadaşlarımızdan bahsetti. Birisi entelektüel ve estetik kapasitesine kıymet verdiğim genç bir meslektaşım. Köydeki evin duvar ve tavanlarına aforizma ve berceste mısraları nakşeden cins bir zekâ… Ahbap olmalarına şaşmamalı.

           

İşleri sordum. Aslında gelen gidenin hep tanıdık simalar olduğunu, az önce bizim Hoca ile karşılaşmamızdan anlamamız gerektiğini söyledi. Demedi ama, bizim gibi birkaç Kelaynak Kuşu ile kitabevlerinin ayakta kalmasının zor olduğunu biliyorum. Çok meraklısı kalmamış kitapların. Tik-Tok fenomenlerinin, af edersiniz, yellenmesini izliyormuş milyonlar! Kim ne yapsın Orhan Kemal’in öykülerini ya da Murat Menteş’in romanını? Birer tane vardı… Onları da ben aldım. Neslimiz tükendiğinde aranacağımızı düşünmeden, sıcak mekândan mutadıma dönmek için ayrıldım.

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.