“ÖĞRETEMEDİM” DEDİĞİNİZE ÖĞRETTİKLERİNİZ…

Sınıftan içeri adım attığında, eski neşesi kalmamış gibiydi. İlk geldiği andan itibaren bakışları üzerimdeydi… ya da bana öyle gelmişti. Bir müddet, şimdi anımsamadığım sözden sonra, yanıma geldi. “Dışarıya gel!” dedi. Endişelenmiştim. Hep gizlediğimiz haylazlıklardan birini mi haber almıştı? Kapıyı kapadıktan sonra biraz da eğilerek yüzüme baktı. Gri bakan gözlerinde, şefkatten kaynaklı sevgi mi, yoksa öfke ile karışık nefret mi var anlayamamıştım. Kısa süren sessizlik bir korku nöbetine dönmek üzereyken, adeta ağlamaklı olarak: “Seni hiç affetmeyeceğim! Karneni elime aldığımda bütün o yüksek notların yanında benim dersimin yanında –üstelik kanaat notum sayesinde- pis pis sırıtan “Altı” ibaresi, bana vereceğin en büyük cezaydı! Bu nedenle okul birincisi olma fırsatını kaçırdın ama… ben ona değil, dersimdeki vurdumduymazlığına çok üzüldüm. Üstelik iki yıldır sınıf öğretmeninim”. Zavallı Hocam! Ertesi gün karneleri verirken gördüm ki, kederi bir anlık değilmiş! Beni tebrik etmedi. Boynuma her zamanki gibi sarılmadı da… Anlatamadım ki - belki o zamanlar bilseydim anlatabilirdim- beynimde linguistik kısmın bulunduğu lob, mercimek tanesi kadar. Ne kadar büyük bir aşkla anlatsan da ben öğrenemeyeceğim! Ne Almancayı ne de başka bir yabancı dili… Ama bana neler öğrettiğini bir bilsen, dersinde sıfır alsam da kendinle gurur duyardın. Senin,  öğretmenim olmandan dolayı benim bahtiyar olduğum gibi…

            

Bir ayağını yere, iki elini birbirine vurarak, bilmem kaçıncı defa bağırdı: “Hacı Arif Bey, Cemal Reşit Rey!” . Öğrenci milleti yakaladı mı bırakmaz ya! Tekrar soruyor ve kıs kıs gülüyorduk. “Kimdi Hocam… onlar kimdi?”. Yıllık ödevin konusu bu kadar basitti aslında. İki bestekârdan birini seçip, hayatını ve eserlerini araştırıp yazacaktık. Ama Hocamızın kendine has mimikleri ve bize eğlenceli gelen tavrıyla bir konuşması vardı ki, her hangi bir konuyu birkaç kere daha sormadan geçemiyorduk. Esasen Fen Bilgisi Öğretmenimizdi… Mamafih devir öyleydi ve biraz şarkı türkü dinlemişsen, öğretmeni olmayan müzik dersi de sırtınıza kalırdı... Hocam iflah olmaz bir fen bilimciydi. Fakat -Allah için- flüt çalmayı da ondan öğrenebildim. Sonraki sahici müzik hocalarımız, istidadımızı bir türlü açığa çıkarmaya muvaffak olamadı! Bir gün Hocamız, felaket havasıyla girdi sınıfa. “Sormayın!” dedi. “Az kalsın ailece yanıyorduk”.  Peş peşe geçmiş olsun ve esirgesin dileklerimizi sunarken, merakla olayı dinlemeye hazırlandık. “Bizim oğlan” dedi. “Kazanın yanına nemli odunları dizmiş, kurusun kazanda yakalım diye… Biraz sonra feryat figanın geldiği banyoya koştum. Dumandan göz gözü görmüyor. Beyefendiyi karşıma aldım. Bağırarak dedim ki: Kaç kere anlattım, yanıcı madde, ısı ve oksijen bir araya geldiğinde yanma olayı gerçekleşir! Ateş ile tutuşturmana gerek yok! Anlamadın mı?”. Hocam olayı adeta yeniden yaşayarak, heyecanla anlatırken, şimdilerde Kulüp Başkanlığı da yapmış olan muzip sıra arkadaşım kulağıma eğildi: “Allah bizim Hoca’ya akıl fikir versin! Değil ev bütün apartman yanacak, o hala dersi tekrar etme peşinde. Çocuğa ders anlatacağına ateşe bir kova su dökseydin ya!”. Hocamın bir aktör edasıyla sergilediği trajedi karşısında, arkadaşımın sözleri nedeniyle bir gülme krizine yakalandım. Hoca görür ayıp olur korkusu ile sıranın altına saklandım. Zevahiri kurtardık ama ne zaman can kaybının olmadığı bir ev yangını haberi duysam, hep o enstantaneyi hatırlarım… Yüzümde bir tebessüm belirir ve aklıma: “ Acaba benim Sevgili Öğretmenimin evi midir yanan? Bu defa dersi fazla uzattığı için evi yanmaktan kurtaramamış olabilir mi?” diye sorarım kendime. Bize miras bıraktığın “ilmi tecessüs” bu olsa gerek Tatlı İnsan…

            

O kendini, kara tahtaya tebeşirle mercan gibi döşediği yazısıyla sanat icrasına vermişken, biz bilmem ne lüzumsuz bir mevzu etrafında arkadaşlarla kıkırdıyorduk. Aniden bana doğru seslendi. İrkilerek “Efendim Hocam!” dedim. “Bak evladım! Bütün şubeler içerisinde sorduğum soruyu doğru yapan sadece sendin. Ama belli ki yazılıda da aklın havadaydı ve sonuçta bulduğun rakama “artı” yerine “eksi” yazmışsın. Bu yüzden on yerine dokuz verdim. İyi yapmışım!” Ah Hocam! Siz öyle beyefendi ve mesleğini aşkla icra eden bir öğretmen olmasaydınız, biz kendi aramızda nasıl kaynatacaktık? Öğrencilerini aşağılayıp, hakaret edip, tokatlayıp bir de “sıfır” döşeseydiniz sözlü notuna, hangi cesaretle bölecektik dersinizi? Ne ve nasıl bir şey olduğunu bilmiyorduk ama, sizin “Alevi” olduğunuzu söylerdiler. Yani “öteki”… Ne başkaymışsınız hâlbuki siz… bir yıldız yalnızlığı gibi. Liseden sonra sosyal bilimler ile yoluma devam ettim. Ama sizin öğrettiğiniz ve sevdirdiğiniz fizik sayesinde, eşyanın sırlarını izhar eden fen bilimleri ile bağımı hiç koparmadım. Dinledim ve anlamaya çalıştım… Hatta yol kazaları ile soğuduğum evrenin dili olan Matematiği bile, sizin sayenizde yeniden sevdim. Belleğimde tertemiz kıyafet, hep traşlı çehre ve mütebessim halinizle bir rol model olarak kaldınız Hocam...

            

Biz, küçük bir zanaatkârın, kalabalık ailesiydik. Ne anam ne babam mektep görmüştü. Hemen yanı başımızdaki ilkokula giderken, bir gurbete çıktım sanki. Bizden olmayan ve bilinmeyene yolculuktu bu… O zamanın küçük burjuvası baba subay, anne öğretmen olandı. Bambaşka bir hayat, bambaşka bir söylem… Başka mahalledendi o, ama bizden bir şeyleri çokça yüreğinde taşıyordu zahir. İşte ilkokul Hocam… Küçük dükkânımızda eşi beyefendi ile birlikte içtikleri çay, babaannemle evimizin kapısına dayanarak yaptığı sohbetler, küçük bir tabakta annemin yolladığı sigara böreğini kendisine verdiğimde gördüğüm sevgi ve şükran dolu bakışlar,  onu küçük düşlerimde canlanan Olympos’un Hera’sı yapmıştı… Senin Sevgili Hocam, bir anne şefkati ile başımı okşarken, “Aferin” sözlerini işitmemiş olsaydı bu kulaklar, nasıl olurdu acaba hayatım?

            

Ve siz dersiniz sevdam olduğu halde, sınavlarda cimri notlarla beni afallatan Tarih Hocam… Kelimelerin büyülü dünyasına meftunken, kompozisyonlarımı berbat bulan Edebiyat Hocam… Mecmualardan okuyup, belgesellerden izlediklerimi derste bilgiç bir eda ile satarken beni tam bir kemal ve sabırla dinleyen Biyoloji Hocam… Yazılılarda etrafıma bakmayacak parlak bir öğrenci olarak beni gören ve emniyetini suiistimal ettiğim Matematik Hocam… Defalarca söz verdiği halde, şimdi anlıyorum ki laboratuvar imkânsızlığından, anlattıklarının deneyini bir türlü yapamayan Kimya Hocam… Ben gibi bir kabiliyetsize sabır ve tevekkülle müzik, resim gibi güzel sanatları sevdirmeye uğraşan ince ruhlu Hocalarım… ve dahi sayamadıklarım…

            

Bizler, sizlerin özetiyiz. Hayata bıraktığınız hoş sedalarız… Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesilleriz… Biz talebeleriniz sizleri ayakta alkışlarken, gurur gözyaşlarını siliniz ve yarınlara ümitle bakmaya, lütfen devam ediniz…

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.